Eskişehir’e
Öyle bir yağmur yağdı ki bugün
Gökyüzü nasıl ağladı bir görsen
Sonra senin şehrine doğru kaydı bulutlar
Bilmem sende gördün mü o bulutları
Ya içinde özlem kokan umutları
Burada hava ayaz
Bende mevsim sonbahar
Ya senin gözlerine
Geldi mi ki ilkbahar
S. Eker
Kentler yaşayan organizmalara benzer. Havasıyla, insanıyla, sanayisiyle, eğitimiyle; sağlığıyla bir bütündür ve bunlardan beslenirler. Kenti besleyen onlarca alt sistem bir araya gelip kent ana sistemini oluşturur. Bunlardan birisinin çökmesi, çalışamaz duruma gelmesi kent için tehlike çanlarının çalması anlamına gelir. Yaşanılan kent mutluysa, kentin insanı da, sağlığı da diğer alt sistemleri de mutludur. Bu mutluluğu sağlamak yerel-ulusal yönetimlerin görevidir. Bir kentin sokaklarında dolaşırken insanların yürümesinden, konuşmasından, yüz hatlarından mutlu olup olmadıklarını anlamak çok kolaydır. Mutlu insanların yaşadığı mutlu kentler olmak için insanların fizyolojik, psikolojik, güvenlik, beslenme gibi ihtiyaçlarının giderilmesi gerekir. Bunlar giderilmediğinde mutlu kentler yaratılamaz.
Atatürk Caddesi’nde bir kafeye oturmuş, kahvemi yudumluyordum. Gözüm ona ilişti birden: Boş bulduğu ilk banka çökmüş, dudaklarını iki tarafa oynatıp duruyordu. Kendi kendine konuşuyordu kuşkusuz. Üzerinde yıpranmış bir mont, onun içinde de kırmızıdan alaya evirilmiş bir gömlek vardı. Spor ayakkabı giymişti ama onlarda eski püsküydü. Saçları uzamıştı. Yabancı bir şehirde olduğunu bilmeseydi, birilerinin yanına oturup sohbet etmek isterdi belki. Belli ki, o bu banka sohbet etmek, birileriyle konuşmak için oturmamıştı, hatta oraya oturma sebebinin: yoldan geçenlere bakmak, ele ele tutuşmuş sevgilileri izlemek, kuyruğunu sallayarak dolaşan kara köpeğe gülümsemek, kafeye girenlere imrenerek bakmak olmadığını anlayabiliyordum. Kuru bedenini dinlendirmek, uyuşan ayaklarını biraz olsun rahatlamak istemişti belki de. Kolunu uzatıp çekçeğindeki çuvalı yokladı, daha yarısı bile dolmamıştı; yüzünü ekşitmesinden anlamıştım bunu. Kim bilir kaç saattir sokaklarda dolaşıyordu. Kapkara elleriyle bir güzel sildi akan burnunu. Bulvardan geçen ambulansın sesiyle irkildi. Feri sönmüş gözleriyle bomboş baktı etrafına. Bir süre fark ettirmeden izledim onu. Karanlık kentin göklerini siyaha boyamadan çekçeğini arkasından sürükleyerek gözden kayboldu.
Bu kentin yüzlerce sokağında, yüzlerce çocuk vardı bu durumda olan biliyordum. Suratları, giyimleri, boyları; burun yapıları farklı olsa da bir şeyleri ortaktı: kaderleri. Bulvarda gördüğüm o çocuk belikli mutsuzdu, nasıl mutlu olsun ki, kendinden daha büyük olan çekçeğini çekerken zorlanıyordu.
Bu duygular altında ezilen bedenimi eve doğru sürüklerken, kendimi eskimeye yüz tutmuş yük vagonu gibi hissettim. O çocuğun da taşıdığı yük, kiloda hafif olsa da düşüncelerinde çok ağırdı ve bu ağırlık altında ezilen ruhunu sürüklüyordu çekçeğin yerine arkasından. Düşüncelerimi ortasından bölen ani fren ve ardından kulakları sağır eden korna sesiyle olduğum yerde çakıldım kaldım. Vücudum titremeye başladı. “Dikkat etsene abi!” diyordu direksiyondaki güneş gözlüklü, ince bıyıklı genç adam. “Akşam akşam başımı belaya sokacaksın!” Belli ki o da mutsuzdu, bunalmıştı keşmekeş trafikten. Haklıydı, dalmıştım işte. Hafifçe gülümsedim, başımla selamladım onu. Kollarını iki tarafa açıp, o da gülümsedi bana. Sami Ramazanoğlu Camii’nden gelen ezanın sesi akşam olduğunu haber veriyordu. Etrafımı kolaçan ede ede evimin olduğu sokağa doğru yollandım. Peki ben mutlu muydum? Ödenecek faturalar vardı günü yaklaşmakta olan, Sahi birde Ankara’ya yolculuk vardı, yakıta yine zam gelir miydi? Bilemedim.
Sevgiyle kalın.
eskisehirilkhaber.com