Sen gidince
Söndü akşam güneşi
Karardı hava
Benim yalnızlığım
Sığmadı ki bavula
Havada sis
Şehirde kar var
Sana yazmak istedim
Kalemimin önüne
Örüldü etten duvar.
S. Eker
Ayaz, soğuk havayla temas edince bedene acı veren bir ayaz. Taşköprü Caddesi’ndeyim. Saat gecenin onu, üşüyorum. Paltomun yakalarını kaldırıp atkımı doluyorum boynuma, yine de üşüyorum. Adımlarımı hızlı hızlı atmaya başlıyorum, önümde bir karartı, gecenin karanlığında pek de seçilmiyor. Sağa sola yalpalar çizerek ilerliyor. Tam da tramvay durağının önünde yığılıyor yere; yaşlı bir adam bu, koşuyorum kaldırmak istiyorum nafile, başından akan kan kaldırımı kıpkırmızı yapmış. Sokak lambasının soluk ışığında pek de seçemiyorum, kimdir? Kaç yaşındadır? “Ambulans çağırdım,” diyor, ağzındaki sigarayı bir o yana bir bu yana hızlı hızlı çeviren adam. Karanlık, zifirî karanlık, üşüyorum. Hafiften yağan kar bıyıklarımda donuyor. Ayaklarım buz tutmak üzere, kalabalık toplanıyor birden, birçoğu mekânlardan ayrılanlar. Köşedeki kıraathaneden olayı görüp gelenler var. Etraf daha da kararıyor, göz gözü görmüyor. Belli belirsiz suratlar görüyorum. Polis ve ambulans sesleri geliyor uzaklardan, ses çok derinden geliyor.
Bu yazımı hazırlarken yukarıdaki olayı hatırladım. Görevliler ihtiyarın yaşamını yitirdiğini söylemişlerdi, ayazla birlikte daha da donmuştu bedenim. Uzun süre kendime gelememiştim. Geçen haftaki yazıma, ‘bir kent insanı kadar mutludur’ başlığını atmıştım. Yazımı okuyan bir okurum aradı. Sizce Eskişehir mutlu bir kent mi?” diye sordu kısık ses tonunda. Ona nasıl bir yanıt vermem gerektiğini düşünecek vakit yoktu, ahizenin ucundaki adam hemen bekliyordu yanıtı. “Bunu bana değil de neden sokaktaki insana sormuyorsun?” dedim. Durdu biraz “İyi de dedi, sokakta kime sorsam geçim derdinden yakınıyor, kafelere bakıyorum herkes gülüp eğleniyor, bazıları ayazda ekmek parası kazanmaya çalışırken, bazıları da barlar sokağında sabahlara kadar eğlenebiliyor. Sizce bu kentin psikolojisi nasıl Hocam?” dedi, duraksayarak konuşuyordu. Ona “Bu durum yalnızca kentimize özgü değil ki” dedim. “Ayazda ekmek parası kazanmaya çalışan adamda mutludur belki, bir de ona sorsak,” diyerek sonlandırdım konuşmamı. Bir şairden duymuştum, şöyle diyordu şair: “Bir evi ev yapan içindeki koltuklar, pahalı aksesuarlar değildir. Akşam olduğunda kapatıp perdeni iki bardak çayı huzurla içebiliyor musun, işte orası gerçek bir yuvadır.” Sonra düşündüm, bazıları sıcacık evlerimizde keyif yapıp, küçücük problemleri dert edinip, “biz seninle mutlu değiliz, anlaşamıyoruz” nidaları atarken, gece lambasının loş ışığında çöp toplayan görevliler, evlerinde huzurla içecekleri iki bardak çayın motivasyonunda olabilirler mi? Gecenin bir yarısı yuvasına koşar adım yürürken, yolda düşen ihtiyar adam nasıl bir motivasyona sahipti bilmiyordum.
İstanbul’da görev yaptığım yıllarda tanımıştım o dünyanın en mutlu adamını, balıkçıda balıklarımız temizlenirken ayaküstü sohbet etmiştik. “Şimdi,” demişti, “insanlara sorsan balık boğazda buz gibi sulara bakarak yenir derler, ben şimdi evime gideceğim, balığı tepsiye döşeyip, fırında pişireceğiz. Ardından eşimle oturup pencerenin önüne, evimizin önünden geçen dereye bakarak balıklarımızı yiyeceğiz, bana ne elin boğazından, denizinden” demişti. Dere deyince nerede oturduğunu sormuştum ona, “Bağcılar’da” demişti. “Soğanlı deresinin hemen kıyısında,” o kadar keyifle söylemişti ki, o bir türlü kokudan ve sinekten arındırılamayan dereyi, boğaz kıyısı gibi anlatmıştı. Gülümsemiş, hayranlıkla bakmıştım adama… Sevgili okurlarım. Kimlik sahibi insanlar aldıklarından ve kim olduklarından, kişilik sahibi insanlar yaptıklarından ve arayışlarından söz ederler. Bu arayış kimi zaman sevgidir, kimi zaman mutluluk.
Sevgiyle kalın.
eskisehirilkhaber.com